Bir hayli aşık bir adam: Keaton Henson

Onunla tesadüfümüz henüz yeni olsa da zarif sesi ve mutluluğunda bile göze çarpan o kırılgan hüzünle “Dear” dediğinde pek çoğumuzun beklemediği kadar gerçek,  beklemediği kadar içten bir müzisyenle karşılaştığımızı anladık.

Keaton’ı klasik bir folk müzisyeninden ayıran tüm bu naifliğin içinde gözden kaçması mümkün olmayacak kadar sert uçları da taşıması. O’na içimizi bu kadar çabuk açmamızın bir diğer nedeni de kayıt şirketlerinin tanıtımlar döndürmemesi, iTunes pre-order’larıyla dinleyiciyi boğmaması ya da bir albüm dinleme umuduyla aylarca süren teaser kovalamacasının yaratılmaması olmalı. Zira Keaton Henson bunların hiçbirini planlamadı, o sadece bir doğum günü hediyesi yaratmıştı. Kayıt şirketleri ya da müzisyenler tarafından bir pazarlama stratejisi olarak yaratılan hikâyelere aşina olan dinleyiciler bu genç adamın gerçekliğini ayırt etmekte pek zorlanmadı. Sonunda henüz 24 yaşında bir adamın Londra banliyölerindeki yatak odasında dolaşıyorduk ve yatak odasını pek de terk etmeyen bir adamdı karşımızdaki; onun özel alanındaydık ve her şey bir hayli saydamdı.

Keaton Henson 1988 Londra doğumlu illüstratör, şair ve müzisyen. Babası İngiliz aktör Nicky Henson ve annesi balerin, aktris Marguerite Porter olsa da o aslında okulda en arka sıralarda oturup defterinin köşelerine çizimler yapan, okul otobüsünde kulaklıklarından yayılan gürültülü müzik ile hoşnutsuzluk yaratan, “anlaşılamayan” tuhaf bir çocuktu. Lise bittikten sonra âşık oldu, aldatıldı, ruhu sıkıştı, kalbi bir hayli kırıldı ve eve kapandı. Bildiğimiz, tanıdığımız Keaton’un hikâyesi tam da bu anda başladı diyebiliriz. Zira Keaton dillendirmese de “Mutsuzluk üreticidir.” tipi insanlardan olduğu aşikâr. Evine kapandığı dönemde yüzlerce şarkı yazıp, illüstrasyonlar yaptı, t-shirt tasarladı birkaç grup için albüm kapağı hazırladı. Bu dönemde yarattıklarını internet üzerinden satan Keaton aslında hiçbir şarkısını herhangi bir sosyal paylaşım sitesine yüklemedi. Önceleri kendisi için şarkılar yaptı ancak onu bir müzisyen olarak tanımamızı sağlayan en yakın arkadaşı Sophie’nin doğum günü için bestelediği şarkılar oldu. Yatak odasında tek başına kaydettiği şarkılar Sophie’nin doğum günü partisinde mi çaldı bilinmiyor, bu şarkıları kimin paylaştığı da bilinmiyor. Bildiğimiz, müziği yayıldıkça birkaç şarkısını paylaşmaya karar veriyor ve Dear…’ı oluşturmaya başlıyor. 2010 yılının sonlarında ilk albümü Dear…‘ı tamamen el yapımı ve sınırlı sayıda olmak üzere satışa sunan Henson; hiçbir çaba sarf etmeksizin 4000’in üzerinde kopya sattı, “You Don’t Know How Lucky You Are” şarkısına yine kendi kendine çektiği video ise 55.000’in üzerinde görüntülendi.

keaton henson window 2

Dear…  belki de yan dairede yaşayan sıradan, genç bir aşığın şefkatini, kırgınlığını, acısını, öfke ve acımasızlığını tüm yalınlığıyla aktaran bir albüm. Keaton’ın bu şarkıları hiçbir zaman yayımlamayacağını düşünmesi albümün içtenliğinin sorgulanmayacak kadar güçlü olmasını doğurmuş. Albümü dinlerken, yazılmış ama asla sahibini bulamayacak binlerce mektubun sahiplerine postalanması gibi buruk bir tebessümle karşılaşıyoruz.

Dear…’ın bir anda duyulması BBC Radio 1’de “Bu çok çok uzun zamandır duyduğum müziğin en özel parçalarından biri.” diyerek Zane Lowe’ın You Don’t Know How Lucky You Are’ı dinleyicileri buluşturmasıyla oldu. Zane Lowe bu şarkıyı paylaşmamış olsaydı da her ayrıntısı planlanmış konsept albümlerin arasından sıyrılacak bir albümdü Dear… Ve Keaton Henson samimiyeti ile dinleyicilerini er ya da geç bulacaktı.

Dinleyicileri henüz Dear… gibi bir albümü bulmanın şaşkınlığı içindeyken sevgili müzisyenimiz bir daha âşık oldu ve ikinci albümü Birthdays’i bir yıldan kısa süre içinde tamamladı. 2013’ün en iyi albümlerinden birini yaratan Henson’ın bu defa kalbini kıran kadın tanıdığımız bir isim: Yine melankolik ancak Keaton’ın aksine biraz daha agresif bir çizgiye sahip olan Fransız müzisyen, aktris Stéphanie Sokolinski nam-ı diğer SOKO.

İlk albümünde ziyaretçilerini kapı eşiğinde karşılayan Keaton, Birthdays ile evinin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Daha acımasız, daha kederli ve daha yalnız bir dünyaya sürükleyen Birthdays bu ayrılığın tek ürünü değil elbette.

“Cause I found her, but now she is gone”, “Sweetheart, what have you done to us? I turned my back and you turned to dust”, “If you must die, sweetheart. Die knowing your life was my life’s best part” ve “You don’t have to call me yours, my love. Damn it, I’m calling you mine” gibi sözlerin ardından daha fazla sessiz kalamayan Soko, Keaton’ın aksine içini bir bloga döktü. Önce yazdığı mektupla (Letter to Keaton Henson) veda eden müzisyen daha sonra “Keaton’s Song” adlı bir şarkı besteledi ve You wonder why I hit myself. I’m trying to kill the worst of me to be the best for you.” diyerek bir başka ruh dağlayıcı şarkıyı kucağımıza bıraktı. 2012’den bu yana Keaton’ın neredeyse her yeni videosunda içinin acıdığını ifade eden Soko’nun aksine ayrılığın diğer cephesinde sessizlik hâkim.

Henson bu yönüyle 2010’da karşılaştığımız o adamın gerçekliğinden emin olmamızı sağlamış ve belki de yıllarca sarılacağımız, döndüre döndüre dinleyeceğimiz 10 (+3 bonus ) şarkılık bir albüm yaratmış olsa da bu hikâyenin müzik dünyasındaki bir başka umutsuz aşk vakasına dönüşmesi, magazin haberleri ile tüketilmesi iki müzisyen için de bir hayli yorucu görünmekte.

Çocukluğundan kalma panik atakları, utangaç ve sessiz hali, şiirleri, çizimleri ve nereniz acıyorsa oradan yakalayan şarkılarıyla büyüleyici, zarif bir çizgide ilerleyen Keaton Henson yetenekleriyle gelecekte de dinleyicilerini bir hayli kendine bağlayacak gibi görünmekte. Ya da bazılarımızı çoktan manyetik alanına doğru çekti.

Henüz 25 yaşında, illüstratör, şair, müzisyen ya da sadece âşık bir adam, bir hayli âşık…

Seray Şan