Radiohead Belgeseli: Meeting People Is Easy

Radiohead müzik sahnesine ilk büyük atılımını The Bends ile yapmıştır. Her ne kadar öncesinde Creep single’ı ile dikkatleri çekse de albüm bazında kendini gösterdiği, oturmuş ve yaratıcı bir müzik sunduğu The Bends’e kayıtsız kalmak mümkün olmamıştır. Bu albüm harika gitar partisyonları ve akılda kalıcı parçalarla bezelidir. Birçok Radiohead severin favori albümüdür. Kusursuz bir alternatif rock örneğidir. Dolu müzikal altyapısı ve iyi bir prodüksiyonla müzikalitesi yüksek hem agresif hem depresif bir albümdür. Albüm kayıtları boyunca Jonny Greenwood özgün bir ses yaratabilmek için birçok gitar ve amfi kiralamış bunların üstüne kafa yorup, bir nevi müzikal deney yapmıştır. Dinlerken arkada sanki farklı efektlerin birbiri içine girdiği bir tür gitar senfonisi varmış gibi hissedersiniz. Albümün mühendisliğini de ilerde çıkaracakları tüm albümlerinde yer alacak, en az üyeleri kadar grubun bir parçası haline gelmiş Nigel Godrich yapmıştır. Thom Yorke’un kişisel sözler yazdığı daha önceki albümlerin aksine, bu sefer eleştirel bir üslupla sosyal ve global konulara eğildiği de görülür. Daha sonraki albümlerde bu eğilim çok daha belirginleşecek ve grubun lirikal temasını tamamen domine edecek bir konumda olacaktır. Ayrıca söz yazımında Yorke edebi alandan da etkilenmiştir. Örnek vermek gerekirse, Street Spirit parçasının sözlerini Nijeryalı yazar Ben Okri’nin kitabından esinlenerek yazmıştır. Çok açık ki albüme Pablo Honey’de olduğu gibi depresif bir hava hakimdir. Bu yüzden o dönem Yorke’un da birçok rockçı gibi 27 yaşında intihar edebileceği fikrinde olan müzik çevreleri vardır. Öyle ki 68 doğumlu Thom Yorke 95’te albüm çıktığında 27 yaşındadır.

Albüm çıktığında İngiltere’de Blur, Oasis, Pulp gibi grupların en üretken dönemlerini geçirdiği ve öncülük ettikleri Brit-pop akımının altın çağı yaşanmaktaydı. Fakat Radiohead alternatif rock tarzda bir albüm çıkarmasına rağmen hiç bu alana dahil edilmemiştir. Grubun avangart bir mantıkla müzik yapması, sözlerin eleştirel ve depresif olması grubu bu popüler alanının dışında bırakmıştır. O dönem Radiohead üyelerinin de bundan şikayetçi olduklarını hiç sanmıyorum. Çünkü her zaman beklenilenden ziyade kendi kafasındakileri yansıtma amacıyla müzik yapmışlardır. Belli bir hedef veya başarı belirlemek yerine kendilerini zamanın onlar üzerinde yapacağı değişikliğe bırakmışlardır. Bu albüm OK Computer’a hazırlık aşaması olarak da görülebilir. Parça bazında bakılırsa My Iron Lung’ın bir nevi Paranoid Android’in prototipi olduğu söylenebilir. Paranoid Android’de My Iron Lung’daki inişli (durağan ilerleyen sakin kısımlar)-çıkışlı(distortionlı sert yüksek ses agresif kısımlar) müziğin daha kompleks ve deneysel bir halini işitiriz. Buradan yola çıkarak bir tür tümevarım yapmak gerekirse, The Bends‘deki müzikalitesi yüksek rock altyapı OK Computer’da temel olarak kullanılıp, bu temel üzerine yeni şeyler inşa edilmiş, onlar üstünde oynanmış, kafa yorulmuştur. Ve ileride çıkacak tüm Radiohead albümlerinde The Bends’deki temel vardır. Dolayısıyla The Bends, Radiohead’in karakterini oturttuğu ve biz buyuz dedikleri bir albüm olmuştur.

The Bends sonrası belki de müzik tarihinin en tartışılan albümü çıkmıştır: OK Computer. Sıradan bir albümden nefret edilmesi veya delice sevilmesi imkansızdır zaten. Bir albüm dikkate değerse her zaman kutuplar oluşacaktır. Rock’ın ağırlıkta olduğu ama elektronik elementlerin yavaştan grubun müziğine girmeye başladığı bir albümdür. İlk şarkı Airbag’den itibaren The Bends’e göre bir şeylerin değişmiş olduğunu fark edersiniz. Paranoid Android, Fittier Happier, Climbing Up The Walls gibi parçalarla Radiohead’in The Bends’den ibaret olmadığını, kafalarının farklı çalıştığını anlarsınız. Öte yandan, Exit Music gibi parçalarla daha önce olmadığı kadar depresif olduğunu fark edersiniz. The Bends’in oyuncak bir hamur olduğunu düşünürsek, OK Computer’da Radiohead başka hamurları da alarak The Bends’in renkleriyle oynamış, şeklini değiştirmiş ve en önemlisi onu büyütmüştür. Thom Yorke, Miles Davis’in Bitches Brew gibi avangart füzyon albümlerinden ne kadar çok etkilendiğini bir çok kez açıklamıştır. Bu albümün içinde kesinlikle Miles Davis’in Bitches Brew ile arasında kurduğu bağ bulunuyor. Albümün grup üyeleri tarafından nasıl tanımlandığını albüm çıkış tarihi sonrası grupla yapılan bir röportaja yer vererek daha iyi anlayabiliriz. Roll dergisi 98 yılındaki bir sayısında bu röportajın çevirisine yer vermiştir. Röportajdan albümle ilgili  birtakım kesitler şöyledir:

– Jonny, Miles Davis‘in Bitches Brew’undan etkilendiğini söylüyor. Bitches Brew‘da seni etkileyen neydi?

Thom Yorke: “İlk başta bulantı veren bir kaos gibi gelmişti. Dinlerken kötü oluyordum. Sonra giderek acayip vahşi ve güzel gelmeye başladı. Sound’u devasa ve bomboş bir uzay gibi, bir katedral gibiydi. Caz değildi, rock’n roll sound’u da değildi. Bir şey inşa ediliyor sonra da dağılıp gidiyordu. Güzelliği de oydu. Ok Computer‘da yapmaya çalıştığımız şeyin temelinde, işte o güzellik vardı.

Miles Davis kendisini hiç tekrarlamadı…

Thom Yorke: “Bir dostum, Brian Eno‘nun kayıt yaparken kullandığı flaş kartlarından birini göstermişti. Kartın üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: “Geçen sefer işe yarayan şeyi sakın tekrarlama!” Biraz moral bozucu ama doğru. Şu anda işe yarayan bir metod, bundan sonra işe yaramaz.”

Brit-Pop‘a ne diyorsun?

Thom Yorke: “Brit-pop bizim davetli olmadığımız bir partiydi. Fakat şimdi biz parti vermiyoruz, dolayısıyla kimse davetli değil. ha, ha, ha.”

– Yazarken gerçekleştirmek istediğin şey başarı mı?

Thom Yorke: “Kim sadece kendisi için yazdığını iddia ediyorsa, yalan söylüyordur. Herkes seyirciyi-dinleyiciyi-okuyucuyu düşünerek yazar. Bir sanatçının yaptığı işe devam etmesinin tek sebebi, birilerinin günün birinde onun eserini göreceğine, dinleyeceğine duyduğu inançtır.”

– Radiohead’e nasıl katıldın?

Jonny Greenwood: ” Thom‘un şarkılarının kayıtlarını dinlemiştim. Elvis Costello‘dan aşağı kalır yanı yoktu. Üstelik sadece 16 yaşındaydı ve aynı okuldaydık.”

– Etrafınızda çok groupie var mı?

Jonny Greenwood: “Groupieler? Bu çok kötü bir kelime. Çok fazla 70’ler kokuyor. Hayır, bize seks teklif eden kimse yok. Biz Manic Street değiliz. Biz testeronsuz bir grubuz. Bu grubu libidomuzu kamuya saçmak için kurmadık.”

– Dad dergisi okurlarının OK Computer‘ı gelmiş geçmiş en büyük albüm olarak seçmelerini nasıl karşıladınız?

Ed O’Brien: “Önce dünya kupasını kazanmış gibi oldum. Sonra katıla katıla güldüm. Böyle bir şey nasıl ciddiye alınabilir ki! Bu tür okuyucu anketlerinin en iyi tarafı, bizim korkularımızı gidermesi. Müzik sanayinde insanların beğeni kapasitesini düşük gören bir eğilim var.”

Jonny Greenwood: “En iyi kıstas zamandır. 73’teki anketlerde Pink Floyd ve Rolling Stones‘la birlikte Yes ve Emerson Lake and Palmer ilk beşteydi. Halbuki bu grupların yarısı berbat, alakasız öteki yarısının aksine.”

Ed O’Brien: “Biz hangi taraftayız acaba?”

Jonny Greenwood: Şu anda bunu bilmemiz mümkün değil.

——————————-

– Albümleriniz arasındaki farklar nedir sizce:

Ed O’Brien: “OK Computer‘la The Bends arasındaki fark şu: The Bends tamamlanmamışlık duygusu veriyor, OK Computer ise açık uçlu.”

Colin Greenwood: “OK Computer kafası kıyak Radiohead.”

Phil Selway: “The Bends yıldız savaşları gibiydi. Yıldız savaşları gibi bir bütünlüğü vardı. Bir sürü infilakı vardı ama konusu, öyküsü yoktu. OK Computer, The Empire Strikes Back gibi. Daha karmaşık, daha açık uçlu ve nihayetinde çok daha iyi. Fakat bundan sonraki albümümüz Jedi’nin Dönüşü gibi olmayacak, çünkü o berbat bir şeydi.”

Colin Greenwood: “Pablo Honey, Battlestar Galactica gibiydi. Küçük bütçeli, kötü kaliteli ama hakiki bir şey.”

OK Computer aslında bir köprü olarak düşünebilir. Radiohead’in alternatif rock’dan deneysel-elektronik sulara girdiği albümler arasında onları bağlayan bir geçiş noktası. Köprünün her iki tarafı da oldukça etkileyici olduğu için, köprü de kusursuz bir hal almış. Hem bu iki tarafı birbirine mükemmel bağlamış bir albüm hem de bu iki tarafın büyüleyici birlikteliğini temsil ediyor. Bugün bu yazıyı yazıyorsam belki de sebebi OK Computer’dır. OK Computer’ın çıktığı dönemin Brit-Pop’un düştüğü ve popülerliğini yitirdiği zamanlara denk gelmesi albümün dolayısıyla grubun İngiliz müziğinde çok yükseklere tırmanmasına sebep olmuştur. Yükseklerdeki OK Computer aşağıdan çok farklı görünmektedir ve bu farklılık müzik endüstrisinin gidişatını da etkilemiş ve bu albüm birçok yeni gruba ilham kaynağı olmuştur. 2014’te devlet kütüphanesi tarafından koruma altına alınmıştır.

OK Computer dönemini, grubun çıktığı albüm turunu ve o dönemki ruh halini anlamak için Meeting People is Easy belgeselini izlemek yerinde olacaktır.

Belgeselde 1997 Barcelona’daki Lucky performasından Glastonbury’de Creep’i söylediği anlara kadar birçok kısa konser görüntüsünün yanında Radiohead’in OK Computer’ın getirdiği ün ve ilgiyle nasıl bir ilişki kurduğunu anlatan diyaloglara ve görüntülere yer verilir. Filmde dikkat edilmesi gerken nokta da işin medya tarafıdır. Konser görüntüleri, filmin yardımcı oyuncusudur. Film meraklı insanların ardı ardına gelen anlamlı-anlamsız sorularıyla başlar. Soruları soranları göstermeden, yankılanan birtakım cümleler halinde sunarak Radiohead’in bu ilgiyi algılayış biçimini yansıtır: Radiohead ne o soruları cevaplamak istiyordur ne de düzgünce dinliyordur.

Filmde tekinsiz bir hava var. Özellikle çekim açıları, kullanılan renkler ve bir taraftan çalan Radiohead parçaları nedeniyle bu sürekli hissedilir. OK Computer’daki psikoloji Meeting People is Easy’de de hakimdir. Sanki patlayan bir grup değil de dağılan bir grubu anlatan bir atmosfer vardır. Birçok grubun yoldan çıkacağı bu duruma Radiohead hiç hazırlıklı değildir. Özellikle Thom Yorke’un bu ünle başa çıkmakta zorlandığını fark ederiz. Medyayla ilişkilerinde rahatsızdır, utangaçtır, o şov dünyasına ait değildir. O hiçbir zaman rock-star değildir, olmayacaktır. Müziğini yapıp kendi dünyasında yaşayan bir kişidir. Kendisine el sallayan hayranların karşısında tepkisiz kalacak ve bu ilgiye cevap vermeyi anlamsız görecek biridir. Onun için mutlu ve sosyal bir insan olmak zordur dolayısıyla Radiohead müziğinde karamsarlık ve aykırılık hep sabittir. Ün ve şöhret bazı insanlara iyi gelmez. Amacı sadece dikkate değer çalışmalar üretmek olan bir insanın dünyasının birden binlerce gazeteci, programcı ve hayranla dolması işleri oldukça karıştırır ve bunlarla nasıl baş edeceğini bilemez. Zaten kafasında oldukça sadeleştirmeye çalıştığı dünyada kendi ve müziğiyle ilgili çözülmesi gereken birçok sorun ve karışıklıkla anca başa çıkarken bu hesapta olmayan ünün nasıl idare edileceği muammadır. En önemlisi Radiohead’in sözlerinde eleştirdiği dünyanın da bir parçasıdır bu. Grubun medya odağı olduğu günlerden pek de gurur duymadığı ve bu konuda vicdanının rahat etmediği bellidir. Yıllarca alay ettikleri, medya soytarısı olarak gördükleri isimlerden biri olmuşlardır ve utanç ile mutluluk arasındaki boşlukta ne yapacaklarını bilemezler. Grubun bu sahip olduğu ünü ve başarıyı sahiplenememe durumu yıllardır devam etmektedir ve dinleyici üzerinde soğuk duş misali bir tesir bırakır. Grup yaptığı bu eylemin farkında olmasa da dinleyici açısından oldukça etkileyici ve kuşkusuz grubu daha da büyüten bir durumdur. Ünlü olma hayalleriyle yanıp tutuşan insanların olduğu bir dünyada bunu amaçlamadan elde edip üstüne üstlük bir de buna değer vermeyen ve kayıtsız kalan bir grubun saygı uyandırmaması beklenemez.

Öte yandan, belgesel sayesinde Colin Greenwood’un çok tatlı Fransızca konuştuğunu da öğrenmiş oluruz.

DVD’nin kapağında “You’re a target market” yazar. Direk alıcıya gönderilmiş bir mesaj olduğu açıktır. Müziğin ticaret haline gelmesine bir tepkidir. Grup yıllar sonra In Rainbows’u da internetten ücretsiz dağıtacaktır. Konserlerinde hiçbir markanın bulunmamasına dikkat etmişlerdir. Radiohead’in sözlerindeki eleştirel tavrı pratiğe de döktüğünü görürüz. Bu Radiohead’i dinleyici gözünde saygın konuma getiren samimi taraflarından biridir kuşkusuz.

OK Computer sonrası 2000’de çıkardığı albüm Kid A ile artık elektronik dominant bir hale gelmiştir. Artık Radiohead en az rock olduğu kadar elektroniktir de. Müziğinde baskın gelen bir başka  tür daha vardır artık. Bu türün alt kolu IDM (Intelligent Dance Music) 90’larda Birleşik Krallık’ta öne çıkmış ve Radiohead başta olmak üzere birçok grubu etkilemiştir. Aphex Twin, Autechre, Boards of Canada gibi grupların yaptığı müziğe özellikle Thom Yorke 90’larda feci şekilde tutulmuş ve müziğine yansıtmak istemiştir. 2013’teki bir röportajında “Aphex benim boktan elektronik gitarımı içermeyen yeni bir dünya açtı ve ben o güruhun içinde olmadığım için çok kıskandım” demiştir. Autechre’nin LP5 albümü ise favori albümlerindendir.

Kısaca IDM gruplarını çatısı altında bulunduran Warp Records ekolünden oldukça etkilenmiştir ve tüm beğenilerini belirgin ve yoğun şekilde pratiğe döktüğü ilk albüm Kid A’dir. Jonny Greenwood’un da Krzysztof Penderecki, Olivier Messiaen gibi avangard-modern klasik sanatçıların hayranı bir insan olduğu düşünülürse (Penderecki ile ortak çalışmaları vardır) ortaya oldukça deneysel ve elektronik, insanın ufkunu açan öte yandan muhafazakar Radiohead dinleyicilerinin çok da sevemediği, hoşnut kalmadığı bir albüm ortaya çıkmıştır.

Albümün oluşum sürecinde Can, Fuast, Neu gibi krautrock grupları ve Charles Mingus, Miles Davis, Ornette Coleman gibi yenilikçi caz üstadları da etkilenimler arasındadır. Grup üyeleri 30’lu yaşlarına gelmiş ve artık farklı alanlardaki birikimlerini müziklerine doğrudan yansıtmak istemişlerdir. Birçok grupta 30’larından sonra kendini tekrarlama sebebiyle bir tür körelme meydana gelirken, Radiohead bu olgunluğu lehine çevirmiş, sürekli gelişmiş, evrilmiştir. Kaldı ki grubun böyle bir amacı olmadığını varsaysak bile OK Computer bir daha tekrarlanamayacak kadar komplike ve bir kereye mahsustur dolayısıyla grup üyelerinin de o dönem belirttiği gibi Radiohead devam etmek için değişmek zorundadır. Değişim Radiohead’in DNA’sındadır. Bu albüm rock için olduğu kadar elektronik alanda da ilham kaynağı olmuştur. Hem rock hem de elektronik müzik evlerinin oturma odasında garip ve ilgi çekici bir halı, büyük bir biblo veya resim tablosu olduğu söylenebilir. Özetlemek gerekirse Radiohead daha önce gelmemiş ve bir daha gelmeyecek bir albüm yapmıştır. Neler var bu albümde: Harika baslar, ambient havayla kavrulmuş elektronik ritimler, soluk synth melodileri, şarkıların olmadık yerlerinden çıkan kemanlar, atonal üflemeliler, Yorke’un yer yer bilgisayar yoluyla daha eğilip büküldüğü yer yer bilindik vokalleri, ara ara kendini hatırlatan Greenwood’ların sıyırmış gitarları ve bunların bir arada olduğu kusursuz bir harmoni.

Kid A, Radiohead müziği için dönüm noktalarından biriydi. Grup Kid A ile bir şok yaratmıştı ve devamında yaptığı da bu şoka insanları alıştırmak oldu. Artık bir rock grubu değildi. Aslında tam olarak bir elektronik müzik grubu olduğu da söylenemezdi. Arada kalmıştı hep de kalacaktı. Onları farklı yapan da buydu. Kimisi alternatif rock demeye devam etti, kimisi elektronik, kimi deneysel rock, kimi de art rock dedi. Hepsi de haklıydı. Sonraki albümlerde (2002’de Amnesiac, 2003’te Hail to the Thief, 2007’de In Rainbows) Radiohead IDM, avantgarde caz, modern klasik müzik, krautrock gibi farklı alanlardaki beğenilerini rock ile harmanlamaya devam etti. Bu bazı parçalarında göz ardı edilemeyecek kadar belirgindi. Amnesiac’te Pyramid Song’da Charles Mingus Freedom’ından, In Rainbows’ta All I Need’te Boards of Canada’nın Roygbiv’indeki synth kullanımından ne kadar esinlenildiği ortadaydı.

2010’larda son albüm King of Limbs ile elektronik müziğin dozu Radiohead’de hiç olmadığı kadar fazlaydı. Bunda şaşırılacak bir şey yoktu çünkü öncesinde sözel ve müzikal anlamda birçok kanıt vardı bunlardan biri de Thom Yorke’un bir gazetecinin sorduğu elektronik müzik ile gitar arasında kalsaydınız hangisini seçerdiniz sorusuna elektronik müzik cevabını vermesiydi.

Her şeye rağmen geriye bakıldığında, The Bends’in içinde King of Limbs ve King of Limbs’in içinde de The Bends olduğu söylenebilir.

İlerleyen yıllarda Thom Yorke, Nigel Godrich ve Flea ile Fela Kuti’deki afro-beat ritimlerle elektronik müziği birleştirdiği glitch tarzda bir grup kurdu: Atoms for Peace ve Amok adında bir albüm kaydetti. O albüm sonrası da Tomorrow’s Modern Boxes isminde ikinci solo elektronik albümünü çıkardı. İlki The Eraser da 2006’da çıkmıştı. Öte yandan, Jonny Greenwood, The Master filminin müziklerini yaptı, minimalist klasik sanatçı Steve Reich ile albüm kaydetti ve Penderecki ile konserler verip ortak çalışmalara imza attı. Philip Selway art-pop tadında bir albüm çıkardı, Colin Greenwood film müziği yaptı.

2016’ya gelmek üzereyiz. Radiohead’in yeni bir albüm çıkaracağı haberi bir süredir biliniyor. Belki eskisi kadar odak noktası değiller fakat Meeting People is Easy’de izlediğimiz gibi Radiohead, OK Computer’dan beri göz önünde, yapacağı şeyler her zaman merak konusu. O zamandan beri hep kafalarındaki müziğin peşinden gittiler, şaşırttılar, yarattılar ve medyayı çok da umursamadılar. Çünkü medyanın çekiciliğine kapılmak onlara mutluluktan çok hüzün getiriyordu. Thom Yorke ünle birlikte gelen, hayatında müziğin kendisi kadar ağırlıkta olan bu ilginin peşinden gidemeyeceğini, ikinci bir OK Computer’ı çıkarmanın, bir kez daha bu süreçten geçmenin oldukça korkutucu göründüğünün ve Radiohead gibi sofistike bir gruba iyi gelmeyeceğinin farkındaydı. Sadece müzikle varlığını sürdürebilirdi ve her defasında başka bir şey yapmalı, içinde bulunduğu döngüden çıkmalı, farklı yollara sapmalıydı. Medya ise tüm bunlar karşısında ne isterse onu yapacaktı. Radiohead hareketlerini insanlara göre belirleyemezdi. Ne müzikal açıdan ne de grubun karakteri açısından bu mümkün değildi zaten. Bu yüzden son albümün ne yapıda olacağını tahmin etmek kolay olsa da o yapı içinde nasıl bir müzik olacağını öngörmek hayli zor. Çünkü Thom Yorke’un -yazımda da belirttiğim- bir röportajında bahsettiği, aslen Eno’ya ait bir kartta yazan bir cümle aklıma geliyor. “Geçen sefer işe yarayan şeyi sakın tekrarlama”. 

Bu kadar bilginin ardından sizi Meeting People Is Easy ve büyük bir boşluk duygusu ile başbaşa bırakıyoruz.

Mustafa Şardan