Anathema – The Optimist (2017)

Hazırlayan: Deniz Ekim Tilif

İngiltere’nin kuzeybatısında yer alan Liverpool kentinin yakın tarihe katkısı büyük. Sanayi Devrimi’nde önemli bir liman işlevi gören, dünyadaki ilk demiryollarından birinin inşa edildiği, 2. Dünya Savaşı’nı bitiren Atlantik Cephesi’ni sırtlayan bu metropolit kıyı şehri, 20. Yüzyılda ise Beatles’ı yetiştirerek müzik tarihini biçimlendirdi. Bu dönemde şehrin sahnesinde yoğrulup çıkan diğer gruplar “Merseybeat sound’u” denilen akımın temsilcileriydi. 1960’lar sonrası dönemde ise sert müzik sahnesi de bir o kadar revaçtaydı. Artık şehrin havasından mıdır suyundan mı bilinmez, duygularını yoğun ve efkarlı bir şekilde dışarı vurmak isteyen bir grup daha ortaya çıktı. Cavanagh soyadını taşıyan üç kardeş, birlikte melankolinin müziğini yapmak üzere bir araya geldi ve Anathema böylece doğmuş oldu.

Bilhassa ülkemizde büyük bir hayran kitlesine sahip olan Anathema’nın koyu bir hayranı olmayı asla başaramasam da az çok takipte kalmayı başarabildim. Yıllar içinde müzikal anlamda sürekli kendini yeniledi bu Liverpool’lular, ama onları Anathema yaparak ayrıksı bir hale getiren ton unsuru hep buradaydı. Ve her ne kadar 2010 tarihli We’re Here Because We’re Here albümlerinde son derece mutlu bir portre çizseler de, geçenlerde yayınladıkları kayıt The Optimist sayesinde melankolinin insanı asla tam olarak terk etmeyeceğini görmüş oluyoruz.

Evet, The Optimist kesinlikle ironi yüklü bir başlık. Albüm konsept olarak 2001 tarihli A Fine Day to Exit’in devamı niteliğinde olsa da müzik anlamında daha geniş bir skalada seyrediyor. Açılış şarkısı “Leaving it Behind”, son albüm Distant Satellites’ın elektronik altyapısını kullanan hareketli bir parça. Bu giriş albümler arası geçişi kolaylaştırıyor bir bakıma, zira sonraki şarkılar grubun yıllardır güzelce kullandığı alternatif rock sound’uyla, post-prog esintileriyle geliştiriyor kendini. Albüme adını veren karakterin yaşadığı içsel, varoluşçu denilebilecek hesaplaşmaları dinliyoruz. “My world will never be the same / And my heart is never going to break” diyen karakterin umutsuz umutçuluğunu etkili kılan bir unsur da birden fazla vokalin varlığı. İçsel hesaplaşmalar, alternatif fikirlerin hayaletleri bizi duygularımızla beraber bir oraya fırlatıyor, bir buraya. “San Francisco”, “Springfield”, “Can’t Let Go” ve “Wildfires” gibi parçalar sakinkafalı başlayıp coşkulu birer duygu seline dönüşüyor. “All that you need is inside /And all that you need is inside / And what do you see when you turn out the lights?” Yer yer açığa çıkan jazz, elektronika ve trip hop gibi farklı müzikal ilhamlar da albümün bütünlüğüne güzelce yedirilmiş. Son şarkı “Back to the Start”ta karakterin şeytanlarıyla barıştığına ve adının hakkını verdiğine şahit oluyoruz. Albümün hikayesi başa sarılırken bütün Anathema hayranlarının da fırsat oldukça albümü başa sarması oldukça muhtemel.

Efkar dolu Liverpool’lu dostlarımız Anathema ayakları yere basan bir albümü daha önümüze bıraktı. Bir süredir bu topraklara uğramayı ihmal ettilerse de yakında tekrar hasret gidermek için gelmeleri hala sabreden bir ihtimal, enseyi karartmayın. O vakte kadar önünüzde hazmedilecek güzel bir kayıt var. Bir kulak vermeniz tavsiye edilir. Arada hepimizin duygu yüklü bir tutam alternatif rock’a ihtiyacı oluyor.